EKSİLEN ŞEHİR



O karavan yıllarca orada durdu. Artık sadece kente yeni gelenlerin kafasını çevirip baktığı eski, bakımsız görüntüsü ile bir hurda mezarlığı hissi veriyordu sadece. Bunu şimdi anlıyorum. Bilseydim o zamanlar her şey daha kolay olurdu benim için.
Güneş hafifçe bile vursa, hayat dolardı sanki. Yanında yöresinde çok saklambaç oynamışlığımız vardı. İçini hayal ederdim hep. Neler gizliydi kimbilir. Meydanın kalabalığında yüzümü hanın kapılarına doğru çevirip yan gözle ona bakardım. Kimse ona baktığımı görmemeliydi. Kimsenin dikkatini çekmemeliydi. Oyun oynarken koşarak geçerdim yanından. Kimse karavana yaklaşma isteğimi nasıl da bastırmaya çalıştığımı, çemberimin o yana doğru seğirtmesinin aslında benim hünerim olduğunu anlamamalıydı.
Yavaş yavaş eksildi insanlar sokaklardan. Bombalardan önceydi. Önce kadınlar çekildi evlerine. Sonra yavaş yavaş erkekler. Çocukların cinsiyeti var mı diye düşündüm ben de ilk defa. Ne kadınlar kadar erken ne de erkekler kadar geç… Onlar fırsat buldukça meydana koştular. Ama bu fırsatı ne bombalar, ne izinler, ne de üniformalılar yarattı onlara. Sadece kapıyı açık bulmaları yetti bazen. "Oynayalım mı?" diye kapıyı çalan arkadaşlarının nerede olduklarını, yaşayıp yaşamadıklarını bile bilmiyorlardı. Bilmedikleri bu gerçeklerin anlamlarını da bilmiyorlardı. Yaşam kadar net bir gerçeklik bile onlar için hayal dünyalarını besleyecek basit bir varsayımdı.
Sonra evler boşalmaya başladı. Evde satacak bir şey bulamayanlar ile, evlerindeki kalan eşyaları satacak birini bulamayanlar birbirine karıştı. Boşalan evler ise önce insansız kaldı, sonra eşyasız. Sonra bazılarının duvarları bile kalmadı. Gururla toprağa karıştılar.
Ben en büyük şaşkınlığımı karavanın kapılarını açık gördüğümde yaşadım. Açıktı işte, oradaydı. Yanından hızla koşarak geçiyordum ama bunu anlamamam mümkün değildi. İçine bakmalıydım. Bu düşünce ile meydanın en uzak köşesine kadar koştum.
Annemin sokağa çıkmama izin vermediği, babamın ise çalışmaya gittiği günlerden biriydi. Annem akşam olup da hava kararmaya yüz tuttuğunda ağlamaya başlardı. Neden ağladığını sorardım. Eski hatıralarının aklına geldiğini söylerdi. Sonra annem kalkardı, tahta masaya üç tabak koyardı. Bazen elleri titrerdi. İşte bazen tabakları koyarken, bazen gaz lambasını yakmaya çalışırken ya da bazen beni zorla tek başıma yemeğe oturttuğu sıralarda, anahtar sessizce dönmeye çalışırdı kapımızda. Sesi annemden önce duyup haber vermeye çalışırdım:
-Anne! Babam geldi!
Annem benim oyunuma her gün katılsa da, daha anahtarın ilk temasında derin bir nefes ve ardından, son bir hıçkırıkla gözyaşlarını koyverir ve sanki o dünyanın en beklenen durumu yaşanmış gibi, kapı açıldığında babama parlayan gözleri ile “hoş geldin” derdi.
Babam sanki görmüyordu artık. Belki de bütün gününü, gördüklerini görmemeye çalışarak geçirdiği için, bizim de yüzümüze bakmıyordu. Sanki kafamın arkasında başka şeyler görüyordu. Ama görevini bir gün daha başarmıştı. Gittikçe küçülen torbalarla da eve bir şeyler getiriyordu, daha da önemlisi babam hala eve dönüyordu.
Meydanın en uzak köşesinden dönerken karavanın kapısı hala açıktı. Bütün cesaretimi topladım. İçini az da olsa görebileceğim bir köşeye geçmeye karar verdim. Geçtim. Gördüm balyaları, sandıkları... Benim yıllarca kurduğum düzeni altüst etmişlerdi! Her şeyi çıkarıp atmışlardı! Canım karavanın içine o konaktan çıkan...
Bu şehir ne kadar da boş artık. Karavanın yanından koşarak geçip soluklandığım köşelerde, gözlerimi kapatıp meydanda yalnızca ben olduğumu hayal ederdim. Ne kadar özgürdüm. Şimdi gerçekten boş. Şimdi yalnızca ben varım. Gerçeklerin yer aldığı oyunu kurgulayamıyorum. Acı çekiyorum. Yaşamın, özgürlüğün bedelini gerçekler ödetiyor bana. Özgürlüğümü anılarıma teslim ettim. Yarın tekrar gideceğim bu şehirden. Artık geri dönmek istemediğimi düşüneceğim.


* Bu hikaye, NOTOS Edebiyat Dergisi'nde "Bu resmin öyküsü" seçildi ve Aralık 2009-Ocak 2010 sayısında yayınlandı.
** Resim: "Mystery and Melancholy of a Street" by Giorgio de Chirico, 1914




Bir Hikayenin Öyküsü - 3


Hiç beklenmedik bir şekilde bitti bu hikaye. Ben tam bu kaosun ortasında ne yapacağımı düşünürken, kader ağlarını çoktan örmüş.

Aslında hikayem eve döndüğümde sonlandı. Okumayı planladığım kitaplardan ilk sırada olanı elime aldım. Büyük usta Borges'indi. O yaşıma kadar hiç Borges okumamış olmanın gizli utancı ile başladım ilk hikayeye.

Konuşmaya cesaret edebilecek miydim kendimle? Kafamın bir kenarında bu sorunun cevabını arıyordum heyecan içinde.

İşte ben tam bu durumda iken, Kum Kitabı'nın ilk hikayesinde Borges, iki ayrı çağda, iki ayrı yerde ama aynı bankta yanyana buluverdiği kendisi ile sohbete girişmişti. Hem de ben henüz iki yaşında iken... Bu talihsiz benzerlik benim hikayemin de sonu oldu. "Yaşayan hiç bir kimse yok ki uyandığında kendini kendisiyle birlikte bulmasın." Bir ihtimal ben o yaşımın heyecanı ile bu cümleyi dikkate almadım. Bir diğer ihtimal ise üzerimdeki edebi travmanın nedeninin bu cümlenin benim için, konuların benzerliğinden çok daha ağır bir darbe olmuş olması. Sonuç olarak, yarım kalan bu hikayeden sonraki on beş yıl boyunca elime kalem alamadım.

Ta ki...
Son

Resim: "Literature" by J. K.

Bir Hikayenin Öyküsü - 2


Lise yıllarımdan beri, ne zaman buradan geçsem, aceleyle ama dikkatlice incelerdim bu duraktaki insanları. Otobüsün durakta geçirdiği bir kaç saniye ve bir kaç dakika arasındaki sürelerde o yüzü, o tanıdık mimikleri arardım. Hüsranla oradan uzaklaşırken "Törenden kaytaramamışım" derdim kendi kendime. "Demek hala okuldayım, kimbilir belki bir hocayla dalaşıyordum yine. Ama kaçırdım işte otobüsü, niye oyalanıyorum bu kadar? Bir-iki parça eşya al çık işte!"

Durağa geldiğimizde yine umutsuzca başımı çevirdim. Ve... yıllardır aradığım kişiyi, bu sefer karşımda gördüğümden emin oldum. Midem garip bir acıyla kasıldı. Oradaydım!

Önceki durumlarda hep canım sıkılırdı ama başıma gelen bugünkü durumda ne yapacağımı hiç düşünmemişim. Oradaydım. Otobüsü görünce ne kadar belli etmemeye çalışsam da bir pırıltı yayıldı yüzümde. Ama daha binerken söneceğini biliyordum, çünkü uzun bir yol vardı önümde. İki adet bilet hazırdı elimde ve pasomu da göstererek biletleri şoförün yanındaki kutuya attım.

Ben biletini atıp hızla yolculara doğru kafasını çevirdi, ben ise, refleksle sanırım, kafamı cam tarafına çevirdim. Gözleriyle otobüsteki tüm oturulabilecek yerleri taradı. Ona baktım. Ya beni tanırsa? Aslında bunun aklının ucundan bile geçmeyeceğini biliyordum ama yine de yanaklarım yanıyor, kulaklarım uğulduyordu. Gözlerimi ondan alamıyordum. Gözlerindeki pırıltı sönmemişti. Ne de olsa iki gün okuldan uzak kalacak diye düşündüm. Ne kadar da kendine güveniyordu. Biraz sakinleşmiştim. Erkekleri ve şişman kadınları görünümlerine veya oturuş şekillerine göre elemişti. İki adım sonra yanımdaydı ve bir an bile tereddüt etmeden yanımdaki koltuğa oturdu.

Bir heyecan dalgası geçti üzerimden, hemen sonrasında sakinleştim. İşte burada yanımdaydım. Zaten yıllardır bunu beklemiyor muydum? Üstelik durumu anlamasına olanak yoktu. Rahattı, yolu uzun da olsa başlamıştı işte. Bakışları cama doğru dönmüştü ama benim bana baktığını düşünüp rahatsız olmamam için kafasını fazla çevirmemişti. Sabit bir noktaya bakıyordu. Bense o noktadan çoktan akmaya başlamış olan insanları, binaları, olayları görüp görmediğinden o kadar emin değildim. Doğal olarak aynı taktikle ben de onu izliyordum. Arada belli belirsiz dudağının ucu kıvrılıyor ve bakışlarındaki baktığı yerde gerçekten bir şeyler görmeye başladığını anlamama yeten değişiklik ve gözbebeklerindeki titremenin ardından yüzü tekrar ifadesiz bir hal alıyordu. Herhangi bir konuşma hatta gülümseme beklemiyordum. Zaten şehirlerarası yolculuklarda bile yanımdakiyle tek kelime bile etmekten hoşlanmam, "iyi yolculuklar" hariç. Bunu söylemek ise tam bir takıntıdır benim için. Yolculuğun başında ise bu cümleyi söyleyebilmek için kıvranır ama söyledikten sonra da yanımdakiyle tüm ilişkimi sona erdirebilmek için uygun zamanı ve yüz ifadesini kollarım. Böyle kısa bir yolculukta doğal olarak kendimden böyle bir şey beklemiyordum. Bunun için yaşım da hala pek küçüktü. Belediye otobüslerinde sadece yaşlı insanlarla gevezelik etmekten gerçekten hoşlanırım, asla benim yaşımda biri ile değil. Yaşlı insanların gençlere hikayeler anlatarak veya öğütler vererek kendi geçmişlerine anlamlar yüklemeleri, yaşam tecrübelerinin aslında hiç de az ve boş olmadığını gururla göstermeleri keyiflendirir beni. Ben de yüreklendiririm onları. Her hayat değerlidir, hepsinin hikayeleri tek tek incelenmelidir aslında. Özellikle lisedeyken karşılaştığım bir amca vardı. Tatil günlerinde sevdiğiyle Zincirlikuyu'daki dut bahçelerine gidip bülbülleri dinlediklerini anlatmıştı. Telefonunu vermişti onu aramam için. Adını söylememişti. Müzisyendi. Belki de ünlü biriydi. Aslında adını vermemesinin tek nedeninin ünlü olması olduğunu düşünmüştüm. O yıllarda en büyük hayalim ses eğitimi almaktı ve beni şimdi adını unuttuğum bir hanıma dinletmek istemişti. Aylarca onu aramak istedim. Telefonun yazılı olduğu kağıda bakıp bakıp yerine koydum. Arayamadım. Ne söyleyebilirdim?
"Orada bir bey var var, adını bilmiyorum ama otobüste ahbap olduk, bana bu numarayı vermişti."
"Evet?"
"...?"
En azından sohbetinden çok büyük zevk aldığım söylemek isterdim. Yanımdakine baktım. Onunla karşılaştı mı acaba? Hafızamı zorlamaya başladım. Beynimin bir köşesinde böyle bir kare arıyordum, küçük bir ipucu. Yanımda böyle biri? Hayır. Yanımda ben! Kaçıncı sınıfta acaba?

Onunla konuşmak için dayanılmaz bir istek kabardı içimde.

Devam edecek...

* Resim: "Me and Myself in You" by Dream

Bir Hikayenin Öyküsü - 1


Sıradan bir günde, sıradan bir buluşma için bana hiç sıradan gelmeyen sevgime, sevgilime gitmek için acele adımlarla otobüs durağına ulaştım. İnsan her aşık olduğunda yaşadıklarının farklı olduğuna inanır da bittiğinde anlar aynılığını, 'öteki'lerle ortak yanlarını. İşin tuhafı, hatta kötüsü ben bir ilişkinin içindeyken de yaşardım bu düşünceleri. Karşımdaki büyük bir aşkla bana bakıp kendince dünyanın en ilginç konusu üzerine geliştirdiği dahiyane fikirleri anlatırken "off" derdim "çok inanıyor, ne çok güveniyor. Oysa..." İşte bu 'oysa'dan sonrası kolay gelmezdi. Nasıl gelsindi ki. Kendime itiraf etmeyi başarmam zaten herşeyin bitmesi demekti ve kendi kendime cümleyi tamamlayabildikten sonra buhranlı günler başlardı. Bahane aramalar, sorun çıkarmalar... Bu ilk faz atlatıldıktan sonra birbirimize uygun insanlar olmadığımızı, bizim için bir gelecek göremediğimi açıklamaya çalışırdım. Son evre nispeten kolaydı, çünkü ayrılık bir kere gündeme gelebildi mi üzerinde acımasızca konuşabilirdim. Bazen korkardım aslında sıradan olmayan bir aşkı ayırt edemezsem, ona sırtımı dönüverirsem diye. Belki de bu yüzden o insanlara şans verdim. Şimdi ise sıradışılığın korkusunu yaşıyorum. Her gün herşeye bir sıradanlık atfetmeye çalışıyorum ama gizliden gizliye yaşadığım sıradışılığın farkedilebilirliğini biliyorum artık.

Otobüsüm beklediğimden çabuk geldi. Oysa ben kendimi kandırma oyunuma başlamıştım: Beklediğim otobüsün henüz geçtiğine emindim. kaçırmıştım işte onu! Şimdi çok bekleyecektim ve buna kendimi hazırlamam gerekiyordu. Hatta yeni otobüs geldiğinde, duraktaki herkes sırayla binecekti, sadece ben geride kalacak ve beklemeye devam edecektim. Zaten benim beklediğim otobüs seyrek geçerdi ve zaten birini kaçırnıştım. Evet evet, çook sabırlı olmam gerekti.

Otobüsün çabuk gelmesi, içimdeki o büyük şehirlere belki sadece -evet eminim sadece- İstanbul'a özgü telaşı huzura çevirirken içinde pek az insan olması keyfimi iyice yerine getirdi. Önceden hazırladığım biletimi kutuya atıp, önden ikinci sıradaki boş koltuklardan sağdakine geçip, cam kenarına kuruldum. Uzun bir yolum vardı. Herşeyi düşünebilir, içimden şarkılar söyleyebilir, sokakta koşuşturan insanları seyredebilirdim. Kitap okuyabilirdim. En önemlisi yanım boşu ve ben kimsenin orası burası bana değdi diye bir sinir harbi yaşamak zorunda kalmayacaktım.

Otobüslere yalnız binmek çok zor gelir bana. Kimsenin en küçük bir temasına dahi tahammül edemezken, hele de kalabalık araçlarda koridor kenarında oturmak...Erkekler bilirler genelde rahatsılık vereceklerini ve çoğu küçük ters bir hareket ya da bakışla dokunmamaları gerektiğini anlarlar. Ama kadınlar, o kadınlar asla böyle bir şey düşünemezler. Dürtsen de baksan da anlamazlar. İğrenç sıcak vücutlarından bir parçayı omzuna dayarlar ve sanki erkek olmamaları onlara bir hak verirmişçesine kollarıyla, bacaklarıyla tüm hücrelerime tecavüz ederler. Onlar kadındır ya, başka bir kadın onlardan rahatsız olamaz zannederler. Oysa ben tiksinirim.

Trafik fazla sıkışık değildi. İlk gençlik yıllarımın geçtiği mahalleye doğru ilerliyorduk. O yıllarda ben yatılı bir lise öğrencisiydim. Cuma günleri ders bitiminden sonra çoğunlukla törenden kaçmanın bir yolunu bulur, insanların her biri başka bir tonda marş söylerken, ben ve bir kaç kişi bir an önce okulu terk edebilmek için, yatakhanede gizlice hazırlanmaya koyulurduk. Sonra işte koşar adım şu anda yaklaştığımız durağa gelir ve şu anda içinde bulunduğum otobüsü beklerdim. Elbette o zamanlar otobüsün içinden, kendime bakınmak aklımın ucundan bile geçmezdi.

-Devam edecek...

*Resim: - "Bus Stop" by Linda Apple

Yokluğun




Bir an baktım
Tatlı bir düş
O gülüş
Kuşlar gitmiş kanatları çırpınır
Yatağımda izin kalmış
Havada sesin
Unutmuşsun bir elini saçlarımda
Bırak seni beklesin...

*Resim: "Absence of You" by Messa

Abbasağa Mahallesi Köpek(li) Sakini


Penceremden sokağı seyrediyorum. Önümde parkın yemyeşil ağaçları...Yeni bir akşam tatlı bir huzurla çöküyor. Genç bir kadın, elinden tuttuğu küçük kızı ile parkın girişine doğru iniyor merdivenlerden. Ne kötü oldu bu merdivenler. Belediyenin seçim öncesi son kozu idi halbuki. İnmek ayrı zor, çıkmak ayrı... Zavallı kadın -genç görünüyor aslında, bir kız çocuğunun elinden tutmasa zavallı kız diyeceğim - 5-6 yaşlarındaki kızının elini bırakamıyor, ergonominin tüm kurallarına aykırı tasarlanmış bu merdivenlerde.

Başka bir grup çarpıyor gözüme. Arkada orta yaşlı bir kadın ve oldukça genç bir erkek, önde ise genç bir kız ve kocaman bir golden retriever gidiyor. Deminkilerle park kapısına aynı zamanda ulaşacaklar gibi...

***

Köpek koşarak iniyor Abbasağa parkının yanına serpiştirilen şekilsiz merdivenleri. Genç kız ona yetişmeye çalışıyor. Anne ve oğlan (bu rolleri uygun gördüm) daha umursamazlar, yavaş yavaş iniyorlar.

Köpek hızla iniyor. Çok güzel bir köpek... Kadın, kızının elini daha sıkı tuttu sanki. Köpek üstlerine koşuyor, neyseki başka bir cins değil diye düşünüyorum.

Kadın çocuğu diğer tarafına geçirmeye çalıştı, belli ki kızının köpekten korkmasını ya da ona bir zarar gelmesini istemiyor.
Köpek öbür tarafa dolaştı
Kadın tekrar öbür eline geçirmeye çalıştı kızını
Merdivenlerin son basamağı
Köpek önlerine çıktı
Köpek öbür tarafa dönüyor
Kadın kızın elini bıraktı
Kız köpekten uzaklaşmaya çalışıyor
Küçük kızın ayağı kaydı, son basamakta yere kapaklandı.

Kafasını basamağa vurmuş olabilir mi? Dizleri ne kadar yaralandı? Elleri çok mu acıyordur? Burnu çarptı mı yere? Dişi kırılmış mıdır? Ama kimse çocuğa bakmıyor.

Genç kız köpeğin ardından parka girdi.
Annesi ve oğlan gerilerde.
Anne tam parkın kapısında
Anne genç kıza doğru döndü:

"Şu köpeklerinizi tasma ile dolaştırsanız olmuyor değil mi?" Sesi o kadar yüksek çıktı ki her kelimeyi çok net duyabiliyorum. Mantıklı. Anneyi tutuyorum.

"Sen köpek peşinde koşacağın yerde yatan çocuğuna bak, elini bile tutmuyorsun, çocuğun yerlerde sürünüyor! "

"Oha!!!" Bu benim iç sesim. "Ohaaaa!!!!"


Genç kadın bağıra bağıra konuşuyor, anneyi suçluyor. Beynimdeki "oha"lar o kadar yüksek sesle yankılanıyor ki onların çığlıkların bastırıyor, güçlükle duyuyorum. Anne afalladı, herhalde "bu kadın nasıl oluyor da benden daha sinirli olabiliyor" diye düşünüyor.

Çocuğun yerden kalktığını anne yan gözle kontrol ediyor: Ağlamıyor ama doğrulamadı tam olarak, besbelli dizleri acımış. Ağzında, burnunda kan yok.

"Bir sus da seyredeyim neler olup bittiğini yahu!" derken beynime, genç kızın "sen doğru dürüst bir anne olsaydın önce kızına yolda yürümeyi öğretirdin" diye başlayan bağırışı ardından "siktir git!" narasını duyuyorum. Eğer ikisi de erkek olsalardı diye kafamda senaryolar dönmeye başlarken anneden de beklenmedik bir tepki:
-Ne diyon lan sen gerizekalı - anne kadının üzerine uçuyor ve iki omzundan tutup itiyor kızı. İtiş kakış tabir edilen bu durumun ardından yerlerde yuvarlanmaya başlarlar diye düşünüyorum.

Çocuk ne olacak? Korkar...
Köpek? Sahibini korumak için saldırır normalde. Ya çocuğa bir şey yaparsa?
Ortayaşlı anne ile oğlan artık yanlarında... Ortayaşlı anne birşeyler söylüyor ama duyulmuyor. Belli ki yatıştırmaya çalışıyor.

Genç kızın sesi yükseliyor. Ama iki saniye önce küfürler savurarak haykıran kız uzaklaştı anneden - baktı ki işin rengi değişiyor, telefonunu çıkardı çantasından:

- Polis çağıracağım!
- Çağırsana! Hemen çağır bekliyorum burada!
- Saldırdın bana!
- Çağır bekliyorum dedim sana!

Ortayaşlı anne, annenin omzuna hafifçe dokunup bir şeyler söylüyor. Duyamıyorum. Onların da duyduğunu sanmıyorum.

Genç kız hala bağırıyor. "Ben seni zekamla ezer geçerim" diye haykırdığında kendi kahkahamı ayırt ediyorum. Genç kız parkın içine doğru ilerledi. Ortayaşlı anne ellerini hafifçe oynatarak bir şeyler söylüyor, duyulmuyor.

Anne kızının ellerini kontrol etti, eğildi, onunla konuşuyor. Herhalde canının çok acıyıp acımadığını soruyor. Genç kız hala bağırıyor "Oha!!!" larımı dizginlemiyorum artık ama en azından daha alçak sesle beynimi yiyorlar.

***

İki sene önce parkta "Abbasağa Parkı Köpekli Sakinleri" adına dağıtılan broşürler geldi aklıma. İnsanların köpekli kişilere gereken saygıyı göstermediği ana fikri üzerine yazılan güzel bir yazıydı. Ne kadar haklılar demiştik sevgilimle - hep ezilenlere hak verirdik zaten.

Sonra parktaki kum havuzunda 2 yaşındaki kızı kovasına kum doldururken, kızın avuçladığı kumun içinde köpek pisliği olduğunu gören anne geldi aklıma. Kızcağızın ellerindeki pisliği temizlerken ne kadar sinirli ve çaresiz olduğu her halinden belliydi :))

Geçen hafta hava hafif kararmışken parkta özgürce koşturan Rottweiler ve Pitbull'ların, sokak köpeklerine vargüçleri havlamalarını görüp geri döndüğümü ve uzun yoldan yürüdüğümü hatırladım.

O teyzeyi kendi köpeklerinin nasıl paramparça ettiğini.

Parkta son 10 yılda sadece 2 köpek sahibinin köpeklerinin kakasını topladığını gördüğümü...

O oyuncunun Rottweiler köpeğini kahvenin önüne bağlayıp, köpekten korkan 10 yaşlarındaki oğlan çocuğunu gözlerini yaşartacak ve oradan gitmesini sağlayacak kadar aşağıladığını... Kahvecinin bile köpeğin yanından geçemediğini...

***

Çocuk annesini belki de ilk defa öyle görmüştür. İyilik, güzellik, sevgi, barış öğretmeye çalışan annenin -tüm anneler böyle yapar diye tahmin ediyorum- çocuğu zarar gördüğünde saldırıya geçmesi insandaki hayvani içgüdülerden biri mi acaba?

Yoksa bu anne kendisine küfür edildiğinde dünyayı unutan dişi bir şehir magandası mı?

-Sasha gel kızım!

YOKLAR - 2: Yalnızlık Sevgisi


"Yalnız kalmak istiyorum."
"Yalnız kalmayı çok severim."
"İnsanın yalnız kalmaya ihtiyacı vardır."

Tamam hepsi kabul. Peki ya gerçek yalnızlık?

Kaç kişi dayanabilir, sonunun ne zaman geleceği bilinmeyen bir yalnızlığa? Dört duvarın üstüne üstüne gelmesine; aynanın önünden geçerken, kendine laf atmaya başladıktan sonra kaç zaman dilimi dayanılır sadece kendini görmeye? Etrafında onlarca kişi varken yüreğini sıkıp burkan o bir cümleyi söyleyecek kimse bulamadan ne kadar normal davranılır? Buz gibi biradan kaç tane içilir yalnız?

Eğer istediğin anda terkedebiliyorsan güzeldir yalnızlık. Eğer başka alternatiflerin varsa huzur doludur. Değilse sadece acı verir.

*Resim: "Loneliness and Sky" by LonelyPierot

YOKLAR - 1: Mutluluk


Mutluluk hep uzağımızda mı, yoksa bu his mi bizi hayata bağlayan?

Hep mutluluk dilekleri, duaları ile büyüdük. Mutluluk varılması gereken bir nihai amaç gibi kondu önümüze. Oysa "mutlu musun" diye sorulduğunda "çok mutluyum" diye cevap veren insanlara deli gözü ile bakmaktan öteye gidemedim ben. Mutluluk diye bir şey yok. İnsanın anlık/kısa dönemli kendinden geçmeleri var. Herhangi bir sorun ya da kötü olasılık aklıma gelmeden 30 dakikadan fazla süre geçirebileceğimi düşünmüyorum mesela. Bazıları bunu "hayatı kendine zehir etme sanatı" diyebilir. Nihai mutluluğun teorik olarak "delilik" mertebesinde yakalanabileceğini düşünüyorum. Onun dışında, hayatın gelgitleri; aşklar, ayrılıklar, yalnızlıklar, birliktelikler ve hatta çok daha iyi ya da çok daha kötü durumları yaşama ya da paylaşma biçimimizdir bize kendimizi mutlu hissettiren.

*Resim: "Composure" by Tony Giles

Zeytinli Rock Fest



- Yazık Oldu Zeytinli'ye
- Hangisine?
- Zeytin Rock Festivali - The Original


Olayın iç yüzünü çok da bilmiyorum aslında. Ama dışarıdan görünen şu: Hiç adı sanı duyulmamış bir beldenin belediyesi yüksek bir öngörü ve cesaret ile beldelerinde rock festivali düzenlemeye başlar.

Organizasyon için bir şirket ile anlaşırlar. Girişi 1 TL olan, gençlerin rahatlıkla katılabildiği, İstanbul kadar Anadolu'dan ulaşımın kolay olduğu, herşeyin ucuz olduğu ve pek çok ünlü müzisyen ve grubun katıldığı, her sene daha da iyileşen, güzelleşen büyü gibi bir festival haline gelir. Gittikçe müzisyenlere daha tepeden davranılmakta, sunulanlarda azalmalar olmaktadır elbette ama herşey o kadar güzeldir ki kimse bunlara önem vermek istemez. Zaten çoğu bireysel hareket olarak algılanır.

Ama büyümesinde bu festivalin de büyük etkisi olan organizatör şirket, galiba paranın kokusunu almıştır. Sene 2009 olduğunda bir şekilde Belediye ve şirket arasında anlaşmazlık çıkar ve şirket güzelim festivalin adını alır, girişini 25 TL yapar, kilometrelerce öteye taşır ve 5 yıllık festivalin etinden, sütünden ziyadesiyle yararlanır. Üzerine de gördüğüm kadarı ile belli başlı tüm forumlarda festivalin yerinin değiştiğini ilan eder. Kendi işini yeni bir festival gibi anlatmaz nedense. Bununla da yetinmez, kendini şirketinin başarısına adayarak "her yol mübah" sayan bazıları; işi müzisyenleri arayarak "Zeytinli'de yapılan festivale çıkmayacaksınız" demeye kadar götürür. Gerçekten "Şirket mirket anlamam" diyenler Zeytinli'ye giderler ama son anda alelacele toparlanan festival maalesef önceki yıllara göre oldukça sönük geçer. Önceden ilan edilen pek çok grup ve müzisyen ise bir bahane bularak ya da bulmayarak konsere çıkmaz. Çünkü belki de organizatör şirketle zıtlaşmak yerine kuzu kuzu sözlerini dinleyerek bir konser eksik vermek belki de onlara kariyerlerinde çok daha fazla artı getirecektir. Belki de onurlarından ödün vermek önemli değildir onlar için ya da böyle yaptıklarının farkında bile değildirler. "Rock şişede durmaz" söyleminden kendine bir nebze çıkarım yapamamış zihniyetteki bireysel girişimler, bu küçük kabadayı yaklaşımlarla organizatör şirketin markasına da zarar vermektedir aslında.

Coşkusu tam, insanı daha azdı Zeytinli'nin. Organizasyonda inanılmaz bir amatör ruhla çalışan gençler vardı. Herkesi mutlu etmek için çırpınıyorlardı. Gözleri parlıyordu."Seneye çok güzel olacak"tı. Buna ben de inanıyorum.

Ne güzel olurdu, memleketin güzel sahillerinde, çeşit çeşit rock festivalleri düzenlense, hepsi birbirinden beslenerek büyüse, herkesin katılımını sağlamak için kafa patlatsa yurdum insanı, iktidar hırsı bari rock felsefesine gönül verenlerin arasında bir kerecik kök salmasa... Rock felsefesinin; erkin, kapitalizmin önünde eğilip bükülmeye çalışıldığını görmesek artık.

Hakkımda



Blog sayfasını düzenlemeye giriştiğimde "Hakkımda" adlı bölümü boş bırakmıştım. Buraya ne yazılır diye düşünüp atladım o bölümü. Bugün yine gözüm çarptı. Küçükken okuduğum bir kitapta kendini tanıtırken insanların adından sonra işini, gelir durumunu belli edecek betimlemeler yaptığını okumuştum. Oysa önemli olan insanın en çok hangi çiçeği sevdiği, hangi ağacı daha çok beğendiği, sevdiği renkler, şarkılardı. Bunu neden sormazlardı kimseye diye bir çocuğun gözü ile anlatılıyordu.

Babam memur olduğundan, memleketin pek çok ailesi gibi çocukluğumun en önemli değişkeni 2-3 senede bir yeni bir şehre taşınmaktı. Bunun benim için anlamı arkadaşlarla vedalaşmak ve ardından yeni arkadaş gruplarına dahil olma ve yeni bir en iyi arkadaş edinme çabaları idi. Tabii büyüdükçe yeni okullara alışma ve oralarda kendini gösterme eziyeti...

O kadar küçük yaşta bu değişimleri yaşayınca haliyle gittiğin yere adapte olma özelliğin gelişiyor. (Şimdi biri bana böyle söylese karakter erozyonu derdim ama kendime bunu yapmak istemiyorum.) Bunun bir uzantısı da giyim tarzının, oynadığın oyunların, tepkilerinin ve hatta şivenin bile değişmesi. Sanırım ya ilkokul 5'te ya da ortaokul başındaydım. Bir gün annemin yanına gittim. ""Acaba ben kimim" dedim. Pat diye! Annemin örgüsünden kafasını hızla bana doğru çevirip şaşkın ve endişeli gözlerle bakışını hatırlıyorum. Hemen açıklamaya başlamıştım: "Şu anda babam gibi çay içmeye, abim gibi espriler yapmaya çalışıyorum, buradaki çocuklar gibi konuşmaya başladım. Geçen sene ise bambaşka biri gibiydim. Olduğum yere göre değişiyorum. Hiç bu insanlarla, hatta kimseyle görüşmeseydim ya da sizin yanınızda büyümeseydim nasıl bir insan olurdum acaba?" Tabii ki annem başettiğim şeylerin zorluğunu ve benim bu konuda ne kadar başarılı olduğumu anlatıp beni yüreklendirdi.

Peki şimdi değişen ne? Sabah 9- akşam en iyi ihtimalle 6 arasında başka bir insan, evde koşuşturup düzeni sağlamaya çalışan başka bir insan, arkadaşlarla rakı masasında başka bir insan. Bu yazıyı yazanı hiç sormayın. Kimim ben acaba? Günün hangi saatindeki ben gerçek?

*Resim: "Me Myself & Eye" by Anthony Armstrong

En İyi Dostum



En yakın dostum, en iyi arkadaşımmış. Bilmiyordum. Onu terkettikten sonra anladım. Onu terkettikten bir kaç saat sonra değildi belki ama bir-iki günden fazla da sürmedi bunu anlamam. Bana bu kadar yakın olduğunu bilmiyordum.

Kendi kendime konuştuğumu, düşündüğümü, olayları değerlendirdiğimi zannettiğim zamanlarda oymuş beni ayakta tutan. Şimdi her şey yeniden başlıyor. Kendimi yeniden tanımam gerekiyor. Ayrıca yeniden tanıtmam gerekiyor. En sinirli, en mutsuz, en çaresiz hissettiğim anlarda duygularımın tüm yoğunluğunu o taşıyormuş. Kafamı kaldırıp, gözyaşlarımı sildiğimde, her şeyi kafamdan geçirmeyi bitirip tekrar gözlerimi açtığımda, gücümü toplamış olarak ayağa kalktığımda, aslında tek başıma taşımıyormuşum onca ağırlığı. En yakın arkadaşım hepsine tek tek omuz veriyormuş. Şimdi tüm dertlerimi, mutsuzluklarımı, uğradığım haksızlıkları, yaşadığım şımarıklıkları, paylaşılmayan-umursanmayan neşelerimi tek başıma yaşamayı öğrenmem gerekiyor. Bugüne kadar sesimi çıkarmadığım, kendi kendime çözüyormuş ya da içime atıyormuş göründüğüm olayların her bir benzerinde üstesinden gelmeyi öğrenmem gerekecek. Çünkü ben onların hiçbirini içime atmıyormuşum, sevgili dostumun omuzlarıma yüklüyormuşum. Kendi kendime çözmüyormuşum, o hep destek oluyormuş. Artık o yok ve zorlanıyorum. Çok zorlanıyorum. Bugüne kadar karşımdakini yaralamayayım, kavga olmasın, tartışma çıkmasın diye ağzımdan çıkmayan tüm o sözleri, küfürleri, haykırışları sevgili dostum karşılamış, aslında hepsini ben onunla söylemişim. O ise büyük bir sadakatle saklamış hepsini çevremden; kimse görmeden, duymadan, ben kötü olmadan rahatlatıvermiş beni. Onunla daha iyi, anlayışlı bir insan olabilmişim.

İyi günlerde yanımda destek olmasından bahsetmiyorum. Ben tek başına bir kadın, yalnız, bir masada, gözler üzerine zaman zaman çevrilirken – soru dolu ve mütecaviz - hemen yanımda olup bana nasıl güç verdiğini mesela, başkaları ile göz göze gelmekten alıkoyduğunu. Ya da dost sohbetlerinde nasıl bir güç ve birlik verdiğini... Şimdi diğer arkadaşlarımla da görüşmek çok zor. Çünkü o yok sohbetleri taçlandıracak. Alışverişe gitmenin bir manası yok, onunla oturup bir kahve içemedikten sonra. Güzel bir yemeğin, plan yapmanın tadı yok. Sıcakta buz gibi bir bira içmenin... Yolculukların tadı olacak mı, bir molada onunla vakit geçirmedikten sonra. Bilmiyorum, olacaksa bile ne zaman olacak onu da bilmiyorum.

Hadi mutlulukların şiddetinin, coşkunun azalmasına biraz daha dayanabilir insan. Ama ruhum yaralandığında, üzüldüğümde, kendi kendime kaldığım o zamanlarda onun olmaması, gözlerime vuruyor doğrudan, gözyaşlarım taşıveriyor olmadık bir zamanda, mideme bir yumruk oturuyor. Kimseye diyemiyorum onu özlediğimi. Ben bile bilmiyormuşum ki onun en yakın arkadaşım olduğunu. Onsuz nasıl başedeceğimi unutmuşum...

Etrafımdaki herkes ona düşman. Onu nasıl sevdiğimi anlatmaktan yoruldum, onu savunacak da gücüm kalmadı, terkettim. Terkettiğim günden beri bir an olsun aklımdan çıkmadı. Daha önce de yaptım bu ihaneti ona ve her seferinde geri döndüm. Artık, bu yaşımda büyümek ve onunla başardığım her şeyi artık tek başıma başarabilmek gerek. Onu terkettiğim günden beri, ne zaman istesem yüzsüzce yanımda buluyorum onu, hemen kucaklayıveriyor. Ben istesem de o beni terketmek istemiyor. Parmaklarımın arasındaki boşluğun yansıması bütün hücrelerime, mideme vuruyor. Gecelerce öksürmekten uyuyamadım onu terkettikten sonra. Yanımda bittiği zaman hemen hayır diyemiyorum ama bu sefer kalıcı olarak vedalaşmak istiyorum. Elimdeki kokusunu özlüyorum. O yüzden yavaş yavaş diyorum. Ürkütmeden onu. Uzun zaman alacak bu veda. Zorlanıyorum.

Resim: "Gypsy with Cigarette" by Rucasti, 1862

Açılış